Title: Aldatılan Eş, Zina Yapan Üçüncü Kişiye Tazminat Davası Açabilir Mi?
Reviewed by Av. Tuğsan YILMAZ on May 16
Rating: 5.0

Eski çağlardan günümüze, toplumlarda genel zihniyetin bir görünümü olarak doğan, evliliklerin bekası açısından sadakatin zaruret olarak kabul edilmesinin genel mantalitesine göre, evlilik birliğinin vuku bulmasıyla birlikte bu birliğin süreklilik arz etmesi için eşlerin, evliliğin bekası için mutluluğu elbirliğiyle sağlamalarının yanında birbirlerine sadık kalmaları da gerekmektedir. Özellikle Türk toplumu ile evlilik kurumu bağlamında sadakat hususları birlikte değerlendirildiğinde, evlilik birliği içerisinde eşlerin birbirlerine sadık kalma durumu, toplumumuzun inanışları ile gelenek ve göreneklerinin bir getirisi olarak tabiri caizse olmazsa olmaz şartlardan kabul edilmektedir. 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun evliliğin genel hükümleri başlıklı 185.maddesinin de muhtevasını oluşturan eşlerin evlilik birliği içerisinde birbirlerine sadık kalmaları, bir zorunluluk olarak belirtilmektedir. Bu maddeye göre, “Evlenmeyle eşler arasında evlilik birliği kurulmuş olur. Eşler, bu birliğin mutluluğunu elbirliğiyle sağlamak ve çocukların bakımına, eğitim ve gözetimine beraberce özen göstermekle yükümlüdürler. Eşler birlikte yaşamak, birbirine sadık kalmak ve yardımcı olmak zorundadırlar.”

Türk Medeni Kanununun spesifik olarak belirttiği özel boşanma sebepleri arasında sayılan zina, evli bir kadın veya erkeğin, hemcinsi olmayan başka bir kişi ile cinsel münasebette bulunması sonucu meydana gelmektedir. Kanun koyucu, aldatılan tarafa, kanunda öngörülen süreleri geçirmemek ve aldatan eşi affetmemek suretiyle boşanma davası açma hakkı tanımaktadır. Aldatılan eş, eşin zina eylemini ispatlamak suretiyle, kusursuz veya daha az kusurlu olmak koşuluyla, hakimin boşanmaya hükmetmesinin yanında, hakimin vereceği kararla, somut olayın koşullarının da değerlendirilmesiyle birlikte genellikle boşanmanın mali sonuçlarından lehine olmak üzere yarar sağlayabilmektedir. Ancak, aldatılan eşin diğer eşten alacağı tazminatla birlikte eşin aldatma eylemini gerçekleştirdiği kişiden de tazminat talep edilebilmesi mümkün olabilmektedir. Yani aldatılan eş, aldatan eşin ilişkide bulunduğu üçüncü kişiye de manevi tazminat davası açabilmektedir. Bunun için öncelikle aldatan eş ile üçüncü kişi arasında fiziki yönden ve duygusal olarak yakın bir ilişkinin bulunması gerekmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, üçüncü kişi, aldatan eşin evli olduğunu bilerek bahsi geçen fiziksel ve duygusal ilişkiyi isteyerek kurmuş olmalıdır. Şayet, üçüncü kişinin aldatan eşin evli olduğundan habersiz olması koşulunda, bu kişiye manevi tazminat davası açılamamaktadır. Yine üçüncü kişi hakkında aranan diğer bir koşul ise, aldatan eş ile ilişki kurması hususunda bu kişinin kusurlu olmasıdır. Yani, üçüncü kişi, kendi hür iradesiyle ve ortada yaşamını tehlikeye atacak ciddi bir tehdit olmaksızın, aldatan eş ile kendi birlikte olmalıdır. Aldatılan eşin üçüncü kişiye manevi tazminat davası açabilmesi için diğer bir koşul ise, aldatılan eşin bu eylemler sebebiyle acı ve üzüntü duyması ile kişilik hakkının ciddi bir şekilde zedelenmiş olmasıdır ki bu konuda özellikle boşanma davaları açısından geniş takdir yetkisine sahip olan hakim bu tespiti yapacaktır.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun bu konu hakkındaki bir kararına göre, dava dışı eşin, evlilik birliğinin gerektirdiği sadakat yükümü bulunmakla birlikte; onun evli olduğunu bilen ve buna rağmen onunla ilişkiye giren davalı kadının da dava dışı kocanın sadakatsizlik eylemine katıldığında ve her ikisinin de bu haksız eylemlerinden birlikte ve müteselsilen sorumlu olduklarında kuşku bulunmamaktadır. Evli bir kimsenin evlilik dışı birlikteliği, diğer eşin sosyal kişilik değerlerine saldırı niteliğinde olduğu gibi, bu eyleme katılan kişinin eylemi de bundan ayrı düşünülemez. Dolayısıyla, bu eyleme evliliği bilerek katılan kişi de diğer eşin uğradığı zarardan sorumludur. Hal böyle olunca, mahkemece davalının açıklanan şekilde gerçekleşen eyleminden sorumluluğu kabul edilerek, bundan kaynaklanan zararın kapsamı belirlenmeli ve varılacak uygun sonuca göre bir karar verilmelidir.

Yargıtay son dönemde(2015-2016) görüş değiştirmiştir. Bu bağlamda içtihatlar aldatan kişiye haksız fiil nedeniyle tazminat davası açılamayacağı yönünde tekrar şekillenmeye başlamış ve son dönemde açılan davalar görüş değişiklikleri nedeniyle reddedilmeye başlanmıştır. Bu kapsamda 3. kişi aldatma eylemini gerçekleştirdiği kişinin evli olduğunu biliyor ise mağdur olan eşin manevi zararını tazmin etmekle mükelleftir görüşümüzü devam ettiriyoruz. Zira Yargıtay içtihatları haksız fiil nitelendirmesi yönünden doğru olsa dahi mağdur olan, elem, acı ve ızdırabı çeken eşin mağduriyeti giderilmelidir. Bu bakımdan TCK da yer alan zina suç olmaktan çıkmış ve mağdur olan eşin hukuk davası ile hak arama özgürlüğü de sekteye uğramıştır. Adeta aldatma fiilinde 3. kişiye kusur izafe edilmemiş ve ödüllendirilmiştir.

2017 tarihi itibarıyla Yargıtay Hukuk Genel Kurulu başkaca bir karar vermiştir ve aldatma fiili nedeniyle 3. kişiye tazminat davası açılamayacağı yönündeki kararını 2017 yılı itibarıyla değiştirmiştir.  İlgili kararın tam metnini aşağıda paylaşıyoruz. Bu karar ile birlikte aldatılan eşin zina yapan 3. kişiye tazminat davası açmasında herhangi bir engel bulunmamaktadır. Yargıtay’ ın 2015-2016 dönemlerindeki dava açılamayacağı yönündeki kararlarından dönmesi tarafımızca da isabetlidir. Bu nedenle bu kapsamdaki eleştirilerimizi de çıkarmadan aşağıdaki kararı eklemeyi uygun görmüş bulunmaktayız.

T.C.
Yargıtay
Hukuk Genel Kurulu

Esas No:2017/1334
Karar No:2017/545

Y A R G I T A Y İ L A M I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : Şanlıurfa 2. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 29/03/2016
NUMARASI : 2015/929-2016/253
Taraflar arasındaki “manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Şanlıurfa 2. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 19.11.2013 gün ve 2012/178 E. 2013/448 K. sayılı kararın temyizen incelenmesinin davalı tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 07.05.2015 gün ve 2014/6538 E., 2015/5839 K. sayılı kararı ile,

“…Dava, kişilik haklarına saldırı nedeni ile uğranılan manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, istemin bir bölümü kabul edilmiş, karar davalı tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı, davalının kendisi ile evli olduğunu bildiği halde dava dışı eşi ile birlikte olduğunu, eyleminin kişilik haklarına saldırı niteliğinde bulunduğunu iddia ederek, uğradığı manevi zararın ödetilmesi isteminde bulunmuştur.
Davalı, davacının iddialarını kabul etmediğini belirterek davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece, toplanan delillere göre davalının, davacının eşi ile evli olduğunu bilerek birlikte olduğu hususu sabit görülerek davanın kısmen kabulü ile davacı eş yararına manevi tazminata hükmedilmiştir.
TMK.nun 185. maddesine göre, “Evlenmeyle eşler arasında evlilik birliği kurulmuş olur. Eşler birlikte yaşamak, birbirlerine sadık kalmak ve yardımcı olmak zorundadırlar.” Aynı Yasanın 174. maddesine göre de, “Mevcut veya beklenen menfaatleri boşanma yüzünden zedelenen kusursuz veya daha az kusurlu taraf, kusurlu taraftan uygun bir maddi tazminat isteyebilir. Boşanmaya sebep olan olaylar yüzünden kişilik hakkı saldırıya uğrayan taraf, kusurlu olan diğer taraftan manevi tazminat olarak uygun miktarda bir para ödenmesini isteyebilir.”
Evlenmeyle eşler arasında kurulan aile birliğinin taraflara yüklediği ödevlerin ihlali veya yerine getirilmemesi durumunda bu yükümlülüğü yerine getirmeyen eş yönünden Türk Medeni Kanunundaki sonuçları, boşanma ve boşanma sebebi olması durumunda, bu olaylar yüzünden kişilik haklarının saldırıya uğraması halinde manevi tazminat talep edilebileceğidir.
BK. 41 (TBK 49). maddesine göre, kusurlu ve hukuka aykırı bir fiille başkasına zarar veren, bu zararı gidermekle yükümlüdür. Yine BK. 49 (TBK.58) maddesinde “Şahsiyet hakkı hukuka aykırı bir şekilde tecavüze uğrayan kişi, uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat namıyla bir miktar para ödenmesini dava edebilir.” Haksız fiile dayalı bir borcun doğabilmesi için, hukuka aykırı bir fiil bulunmalı, fiili işleyenin kusuru olmalı, sonuçta bir zarar doğmalı, zarar ile işlenen fiil arasında da uygun nedensellik bağı bulunması gerekir.
Somut olaya gelince, davalının ve dava dışı eşin davacıya yönelik ve bütün olarak aldatma mahiyetindeki davranışlarının manevi tazminatı gerektirip gerektirmeyeceğinin tartışılması gereklidir.
Yukarıda incelenen yasa maddeleri uyarınca, davacının dava dışı eşinin TMK.nın evlenmeyle eşe yüklediği ödevler arasında bulunan sadakat yükümlülüğünü ihlali nedeniyle, Yasanın 185. ve 174. maddeleri uyarınca boşanma sebebi ve istek halinde manevi tazminatı gerektirir nitelikte olduğu kuşkusuzdur. TMK. daki düzenleme, dava dışı eşin evlenme ile kurulan aile birliğinin tarafı olması sıfatından kaynaklanmaktadır. Zira dava dışı eş kendi iradesi ile bu birliğin tarafı olmayı kabul etmiş ve yasanın kendisine tanıdığı hak ve yükümlülükler altına girmiştir.
Davalının eyleminin manevi tazminatı gerektirip gerektirmeyeceğine gelince, davalının doğrudan davacının bedensel veya ruhsal bütünlüğüne yönelik hukuka aykırı bir fiilde bulunduğundan söz edilemez. Söz konusu Yasada yükümlülüğünü ihlal eden eşin eylemini birlikte gerçekleştirdiği kişiler yönünden herhangi bir düzenleme getirilmemiştir.
Dava konusu eylemin gerçekleştiği tarih itibariyle yürürlükte bulunan 818 sayılı BK.nun müteselsil sorumluluğa ilişkin hükümlerinin de uygulanma imkanı bulunmamaktadır. Zira, sözkonusu Yasanın 50. maddesinde haksız fiil nedeniyle müteselsilen sorumluluğuna gidilebilecekler gösterilmiştir. Yukarıda açıklanan yasal duruma göre, davalı zararın meydana gelmesinden asli olarak sorumlu tutulamaz. Yine yasa hükmünün aradığı anlamda iştirak hali de söz konusu olamaz. Zira iştiraken işlenebilir bir eylemin varlığının kabul edilebilmesi için, eylemin müstakilen ve asli olarak da işlenebilir olması gerekir. Ayrıca haksız fiil sorumluluğunu, geniş ve belirsiz bir kavram olan sadakat yükümlülüğünü ihlal etmeye iştirak çerçevesinde değerlendirmek, bu sorumluluğu belirsiz hale getirecektir.
Açıklanan nedenlerle, BK.49 (TBK.58) maddesine göre, davalının eylemi, davacının kişilik değerlerine saldırı oluşturacak nitelikte bir eylem olarak kabul edilemez. Mahkemece açıklanan yönler gözetilerek, davacının manevi tazminat isteminin tümden reddine karar verilmesi gerekirken, yerinde olmayan gerekçeyle, yazılı biçimde karar verilmiş olması usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bozulması gerekmiştir…”
gerekçesiyle oyçokluğuyla bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN: Davalı vekili

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, haksız eylem nedeniyle kişilik haklarına saldırıdan kaynaklanan manevi tazminat istemine ilişkindir.

Davacı vekili müvekkilinin eşi S. ile 2006 yılında evlendiklerini, müşterek iki çocukları olduğunu, müvekkilinin eşi S.’ın uzun süreden beri davalı ile ilişkisi olduğunu, bu ilişkiden rahatsızlık duyunca ve evde huzursuzluk oluşunca eşi S.’ın evi terk ederek davalı ile birlikte yaşamaya başladığını, bu gayrimeşru ilişkinin aile bütünlüğüne haksız bir saldırı niteliğinde olup müvekkili ve çocuklarının aile düzeninin bozulduğunu, her türlü uyarı ve ikazlara rağmen davalının, eşi ile gayrimeşru ilişkisini devam ettirdiğini ileri sürerek F. için 20.000,00 TL ve her bir çocuk için 5.000,00’er TL olmak üzere toplam 30.000,00 TL manevi tazminatın davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı davacının eşi S.’ı kendisinin alıkoymadığını, bir yıl önce Adana’da tanıştıklarını, eşinden soğuduğunu söylediğini, iki çocuk babası olan S.’ın iki çocuğunu da bırakacak kadar mutsuz olduğunu, beraberliklerinden dolayı hakaretlere uğradıklarını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davacının eşi S.’ın rızası ile de olsa davalı ile birlikte yaşadıkları, bu durumun davacıda üzüntü ve psikolojik rahatsızlık oluşturduğu, kendisinin ve aile yaşamının bu durumda olumsuz etkilendiği, davalının davacının resmi nikâhlı eşi ile birlikte yaşaması eyleminin davacının aile bütünlüğüne haksız bir saldırı oluşturduğu gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ile davacı F.için 5.000,00 TL, her bir çocuk için 2.000,00’er TL olmak üzere toplam 9.000,00 TL manevi tazminatın davalıdan tahsiline karar verilmiştir.

Davalı vekilinin temyizi üzerine hüküm Özel Dairece, yukarıda açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.

Yerel Mahkemece, önceki karardaki gerekçelerle ve karşı oy görüşü benimsenerek direnme kararı verilmiştir.

Direnme kararını davalı vekili temyiz etmiştir.

Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, davacının eşi ile duygusal ve cinsel ilişkiye girdiği tarafların ve mahkemenin kabulünde olan davalının bu eyleminin, davacının ve çocuklarının kişilik haklarına saldırı niteliğinde olup olmadığı, buradan varılacak sonuca göre davalının hukuki sorumluluğunu gerektirip gerektirmeyeceği noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümüne geçilmeden önce, hukukumuzda yer alan sorumluluk kaynaklarının ve buna bağlı olarak da taraflar arasındaki hukuki bağın niteliğinin irdelenmesinde yarar vardır.

Dava tarihinde yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu’nda, “Borçların Teşekkülü” başlığı altında, sözleşmeden doğan borçlar (md.1–40) ile haksız fiilden doğan borçlar (md.41–60) düzenlenmiş; yine aynı başlık altında, borçların üçüncü genel kaynağı olarak, haksız (sebepsiz) iktisaba (md.61–66) yer verilmiştir.

Bunların dışında, ne hukuki bir işlemde açıklanan bir iradeye, ne de hukuka aykırı bir eyleme dayanan, kanundan doğan borçlar bulunmaktadır.

Özetle, hukukumuzda borçların kaynağı; sözleşme, haksız fiil, sebepsiz iktisap ya da bir kanun hükmü olarak kabul edilmiştir.

Sözleşme, tek taraflı hukuki işlemden farklı olarak, en az iki irade beyanını içerir, bu irade beyanlarının birbirine uygun ve karşılıklı olması gerekir.
Borçlar Kanunu’nda sorumluluğun diğer bir genel kaynağı olarak öngörülen sebepsiz zenginleşmeden söz edilebilmesi için, bir taraf zenginleşirken diğerinin fakirleşmesi, zenginleşme ve fakirleşme arasında uygun nedensellik bağının bulunması ve zenginleşmenin hukuken geçerli bir nedene dayalı olmaması gerekir.

Kanundan doğan borçlarda da, borç kaynağını kanundan almakta ve sorumluluk buna göre belirlenmektedir.

Borçlar Kanunu’nda sorumluluk nedenleri arasında düzenlenen haksız fiil ise hukuka aykırı bir eylemle başkasına zarar verilmesidir.

Haksız fiilden söz edilebilmesi için şu dört unsurun birlikte bulunması zorunludur: Öncelikle ortada hukuka aykırı bir fiil bulunmalı; bu fiili işleyenin kusurlu olmalı; kusurlu şekilde işlenen ve hukuka aykırı olan bu fiil nedeniyle bir zarar doğmalı ve sonuçta doğan zarar ile hukuka aykırı fiil arasında nedensellik bağı bulunmalıdır. Bu unsurların tümünün bir arada bulunmadığı, bir veya birkaç unsurun eksik olduğu durumlarda haksız fiilin varlığından söz edilemez.

Eldeki dava, açıklanan bu sorumluluk kaynaklarından haksız eyleme dayalıdır.

Dava konusu haksız eylemin gerçekleştiği ve davanın açıldığı tarihte yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 41. maddesinde “Mesuliyet Şartı” başlığı altında:
“Gerek kasten gerek ihmal ve teseyyüp yahut tedbirsizlik ile haksız bir surette diğer kimseye bir zarar ika eden şahıs, o zararın tazminine mecburdur.
Ahlaka mugayir bir fiil ile başka bir kimsenin zarara uğramasına bilerek sebebiyet veren şahıs, kezalik o zararı tazmine mecburdur.”
Hükmü yer almakta;

Aynı Kanunun “Şahsi Menfaatlerin Haleldar Olması” başlıklı 49. maddesinde ise;
“Şahsiyet hakkı hukuka aykırı bir şekilde tecavüze uğrayan kişi, uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat namıyla bir miktar para ödenmesini dava edebilir.
Hakim, manevi tazminatın miktarını tayin ederken, tarafların sıfatını, işgal ettikleri makamı ve diğer sosyal ve ekonomik durumlarını da dikkate alır.
Hakim, bu tazminatın ödenmesi yerine, diğer bir tazmin sureti ikame veya ilave edebileceği gibi tecavüzü kınayan bir karar vermekle yetinebilir ve bu kararın basın yolu ile ilanına da hükmedebilir.”

Düzenlemesine yer verilmektedir.

Yine aynı Kanunun “Müteselsil Mesuliyet”e ilişkin hükümlerinden “Haksız Fiil Halinde” başlıklı 50. maddesinde de:
“Birden ziyade kimseler birlikte bir zarar ika ettikleri takdirde müşevvik ile asıl fail ve fer’an methali olanlar, tefrik edilmeksizin müteselsilen mesul olurlar. Hakim, bunların birbiri aleyhinde rücu hakları olup olmadığını takdir ve icabında bu rücuun şumulünün derecesini tayin eyler.
Yataklık eden kimse, vaki olan kardan hisse almadıkça yahut iştirakiyle bir zarara sebebiyet vermedikçe mesul olmaz.”
Şeklinde düzenleme bulunmaktadır.

Dava tarihinden sonra yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nda da haksız eylem sorumluluğu, benzer nitelikteki hükümler ile düzenlenmiştir.

Diğer taraftan, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 185. maddesinde;
“..evlenmeyle eşler arasındaki evlilik birliği kurulmuş olur… Eşler birlikte yaşamak, birbirine sadık kalmak ve yardımcı olmak zorundadırlar.”
Denilmektedir.

Görüldüğü üzere, haksız eylem nedeniyle sorumluluk hallerinden birisi ahlaka aykırı bir fiil ile bilerek başka bir kimsenin zarara uğramasına neden olmaktır.

Yine, müteselsil sorumluluğa ilişkin düzenlemeler ile haksız eylemi birlikte gerçekleştirenler birbirinden ayırt edilmeksizin, zarar görene karşı müteselsilen sorumlu olurlar.

Öte yandan, evlilik birliğinde eşlerin zorunlulukları yasal düzenleme altına alınmış ve sadakat borcu da bunlar arasında sayılmıştır.
Tüm bu açıklamalar ve ortaya konulan yasal düzenlemeler ışığında somut olay irdelendiğinde:

Davacı, eşi S. ile davalı arasında uzun süredir devam eden duygusal ve cinsel ilişki bulunması, eşinin evini terk ederek davalının yaşadığı Adana iline gidip onunla birlikte yaşamaya başlaması, bu gayrimeşru ilişkinin aile bütünlüğüne haksız bir saldırı niteliğinde olup aile düzeninin bozulması nedeniyle kendisi ve çocukları için manevi tazminat talep etmektedir. Davalının ise, davacının eşiyle evli olduğunu bilerek duygusal ve cinsel ilişkiye girdiği yönünde açık kabulü bulunduğu, savunma olarak da iki çocuk babası olan S.’ın iki çocuğunu da bırakacak kadar mutsuz olduğunu dile getirdiği görülmektedir. S.’ın annesi ve babası olan davacı tanıklarının beyanlarından, davacının eşinin Adana’da davalı ile birlikte yaşadığı, iki kez kendi isteği ile gelerek pişman olduğunu bir daha gitmeyeceğini söylemesine rağmen tekrar kaçıp gittiği, davacının bu olaydan dolayı çok üzüntü hissettiği, manen yıprandığı ve çevrenin psikolojik baskısına maruz kaldığı anlaşılmaktadır. Dava dışı eşin açtığı boşanma davası ise, taraflarca takip edilmemiş ve davanın açılmamış sayılmasına karar verilmiştir.

Hemen belirtmekte yarar vardır ki, gerek Anayasada, gerek Türk Medeni Kanununda aile toplumun temeli olarak kabul edilmiş ve aileyi koruyan hükümlere yer verilmiştir. Aile sadece mensubu olan kişiler için değil toplum için de önemlidir ve hem yazılı hukuk düzenimizde hem de örf ve adet hukukumuzda özel bir yere sahiptir. Bu nedenledir ki, ailenin korunmasına yönelik düzenlemeler sadece aileyi değil, tüm toplumu ilgilendirmektedir. Aile mensuplarının birbirlerine karşı yükümlülüklerinin ihlali çoğu zaman toplum düzenini de etkilemekte, yasalar nezdinde koruma önlemlerinin alınması yoluna gidilmektedir.

Böylesi öneme sahip aile kurumuna mensup erkekle, evli olduğunu bilerek kurulan duygusal ve cinsel ilişkinin aile kurumuna vereceği zarar kaçınılmazdır ve davalının bunu öngörmemiş olması düşünülemez.

Bu nedenledir ki, evli kişilerle ilişki uzun süre suç sayılmış ve aile kurumu bu yolla da koruma altına alınmak istenmiştir. Bu tür eylemlerin daha sonraki yasal düzenlemeler sırasında suç olmaktan çıkarılmış olması, bu eylemin ahlaka aykırılığını ve dolayısıyla haksızlığını da ortadan kaldırmayacaktır. Zira, bir eylemin ceza kanununa göre suç teşkil etmemesi ve müeyyidesinin düzenlenmemiş olması, borçlar hukuku hükümlerine göre ahlaka ya da hukuka aykırı olarak kabul edilmesine engel teşkil etmemektedir.

Diğer taraftan, eşler evlilik birliğini kurmakla birbirlerine sadakat borcu altına girdikleri gibi, mensubu oldukları aile birliğine karşı da sorumluluk altına girerler. Davacının eşinin evli olmasına rağmen bir başkası ile cinsel ve duygusal ilişkiye girmesi, evlilik sözleşmesi ile bağlandığı, sadakat borcu altına girdiği eşine karşı haksız eylem niteliğindedir. Davalı kadın da, evli olduğunu bilerek davacının eşiyle gayrıresmi ilişkiye girmek ve ondan çocuk sahibi olmak suretiyle, gerek yasalarca gerek örf ve adet hukukunca korunmayan haksız bir davranış içine girmiştir. Bu davranış da açıkça haksız eylem niteliğindedir.

Eş söyleyişle, esasen dava dışı eşin, evlilik birliğinin gerektirdiği sadakat yükümlülüğü bulunmakla birlikte; onun evli olduğunu bilen ve buna rağmen onunla ilişkiye giren davalı kadının da dava dışı kocanın sadakatsizlik eylemine katıldığında ve her ikisinin de bu haksız eylemlerinden birlikte ve müteselsilen sorumlu olduklarında kuşku bulunmamaktadır.

O halde olayda, 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 50. maddesinde düzenlenen birden fazla şahsın müşterek kusurlarıyla bir zarara yol açmaları, diğer bir deyimle tam teselsül hali mevcut olup, davalı doğan zarardan, davacının eşi ile birlikte müteselsilen sorumludur.

Müteselsilen sorumluluğun bulunduğu durumda da davacı, alacağını sorumluların tamamından isteyebileceği gibi bunlardan biri veya birkaçından da isteyebilir. Bunlardan birisinin ölmüş olması diğerini sorumluluktan kurtarmaz. Zarar gören dilerse davasını bu kişiye yöneltebilir.

Şu durumda; sorumlulardan birisi olan davacının eşinin vefat etmesi, teselsül ilişkinde bulunan davalının sorumluluğunu ortadan kaldıracak bir olgu olarak kabul edilemez ve davalının haksız eyleminin varlığını ortadan kaldırmaz.

Böylece, evli bir kimsenin evlilik dışı birlikteliği, diğer eşin sosyal kişilik değerlerine saldırı niteliğinde olduğu gibi, bu eyleme katılan kişinin eylemi de bundan ayrı düşünülemez. Dolayısıyla, bu eyleme evliliği bilerek katılan kişi de diğer eşin uğradığı zarardan sorumludur.

Nitekim aynı ilke Hukuk Genel Kurulu’nun 24.03.2010 gün ve 2010/4-129 E.-173 K. sayılı kararında da benimsenmiştir.

Sonuç itibariyle, davalının davacının eşi ile evli olduğunu bilerek duygusal ve cinsel ilişkiye girdiğinin tarafların ve mahkemenin kabulünde olmasına göre; davalının sorumluluğu ahlaka ve adaba aykırılık nedeniyle gerçekleşen “haksız fiil”den kaynaklanmakta; dava da yasal dayanağını haksız fiile ilişkin hükümlerden almaktadır.
Türk Medeni Kanunu’nun 185. maddesinde yer alan “evlenmeyle eşler arasındaki evlilik birliği kurulmuş olur… Eşler birlikte yaşamak, birbirine sadık kalmak ve yardımcı olmak zorundadırlar.” biçimindeki düzenleme gereğince, evli bir kimsenin evlilik dışı birlikteliği, diğer eşin sosyal kişilik değerlerine saldırı niteliğindedir. Bu eyleme evliliği bilerek katılan kişi de diğer eşin uğradığı zarardan sorumludur. Ayrıca eşlerin bu yüzden boşanmış olup olmaları da önem taşımaz.

Bu nedenlerle somut olayda mahkemece davalının açıklanan şekilde gerçekleşen eyleminden sorumluluğu kabul edilerek davacı eş yararına tazminata hükmedilmesi yerindedir.

Ne varki davacının kendi adına asaleten ve yaşı küçük çocuklarına velayeten açmış olduğu davada, mahkemece “eşe karşı yapılan haksız fiilden dolayı verilecek olan tazminatın aile kurumunun ayrılmaz bir parçası olan çocukları kapsaması gerektiği, aksi düşüncenin aile kurumunun bütünlüğü ile bağdaşmayacağı, aile kurumunun dağılmasının eşlere vereceği zararın çocuklara da yansıyacağı, çocukların yaşları dikkate alındığında davalının eyleminin çocukların kişilik haklarına da haksız saldırı niteliğinde olduğu” gerekçesiyle her iki çocuk lehine de manevi tazminata hükmedilmiş ise de; 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 49. maddesinde düzenlenen sorumluluğu genişletmek olanaksız olduğu gibi, çocukları bu kapsamda değerlendirmek söz konusu değildir. Yansıma yoluyla da manevi tazminat istenilemeyeceğinden çocuklar yönünden Özel Daire bozma kararına uyularak davanın reddine karar vermek gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, Türk Medeni Kanunu’nun 185. maddesinde düzenlenen sadakat yükümlülüğünün eşler arasında olduğu, bu yükümlülüğün ihlalinin boşanma sebebi olup eşlerin birbirinden bu nedenle manevi tazminat talep edebileceği, davacının sadakat hakkının mutlak değil nispi bir hak olduğu ve herkese karşı ileri sürülemeyeceği, davalının davacıya karşı sadakat yükümlülüğü bulunmadığı gibi eyleminin açık ve emredici bir kanun hükmüne aykırı olmadığı, davalının doğrudan doğruya davacının bedensel veya ruhsal bütünlüğüne yönelik hukuka aykırı bir fiili bulunmadığı, davacıya zarar verme kastı ile hareket etmiş olmadığı, ahlaka aykırılık unsurunun gerçekleşebilmesi için objektif ahlaka aykırılık olması gerektiği, olayda müstakilen ve asli olarak işlenebilen bir eylem olmadığından iştirak halinin de söz konusu olamayacağı, davalının eyleminin davacının kişilik değerlerine saldırı oluşturacak nitelikte olmadığı, bu nedenle Borçlar Kanunu hükümlerine göre tazminatla sorumlu tutulamayacağı, Yasada olmayan bir sorumluluğun ihdas edilmesinin doğru olmadığı kanaatiyle direnme kararının davacı eş yönünden de bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüş kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
Hal böyle olunca direnme kararı bu değişik gerekçe ve nedenlerle bozulmalıdır.

SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda gösterilen bu değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 22.03.2017 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

 

Av. Tuğsan YILMAZ

Bir önceki yazımız Boşanma Davası Açmak Diğer Eş İçin Boşanma Sebebi Sayılır Mı? da boşanma davasının açılmasının diğer eş adına hukuken geçerli bir boşanma nedeni sayılıp sayılamayacağı tartışılmıştır.